Sağlam bir darbesini yemediği müddetçe kimsenin bırakıp gidemediği o şehir İstanbul’ da aç sefil sürünüyordum o zamanlarda. Köhne bir pansiyonda taban tahtaları çürümüş, nem kokulu bir odada kalıyordum. Birkaç tane eski püskü elbise, bir masa saati birkaç tane başucu kitabı az sayıdaki eşyamı oluşturuyordu. Odanın köşesindeki ahşap masada her gün gerekirse yemekten kısıp bir iş umuduyla ilanlarına bakmak için aldığım gazeteler duruyordu. İstanbul’un taşı toprağı altındı oysa, bu şehri bilmeyenin dediği söz buydu. İstanbul hey İstanbul hey… Öyle bir şehirdir ki; can yakan, kalp acıtan bir sevgili gibidir. Ne vazgeçebilirsin ne de rahat katlanabilirsin ona. Hayatta düşmesin bir insan, bir iki tekme de tanıdıkları, iyi günde dost diye yanında gezenleri atar.
Çok zor günlerdi, zor zamanlardı. Kunduracılıktan anlar, saya dikimi yapabilirdim, çekirdekten yetişme mesleğimdi. Ama ne yazık ki bu işi artık makineler yapıyordu. Bir gün yine yarı aç yarı tok dolanırken Sarayburnu’nda denizin kenarına bir banka oturdum. Bir adam geldi, oturabilir miyim? Sözcüğüyle. Tabii dedim buyrun. Adam oturdu.
-Buralı mısın genç? Memleket neresidir?
-“Hayır, Konyalıyım abi.” Dedim
-Hımm Konya güzel memlekettir. Her yerini gezdim sayılır. Peki ne işin var bu koca deryada?
İçimden düşünüyordum bu soruya nasıl bir cevap vereceğimi. İş umudu demek pek doğru sayılmazdı. Bir kaçıştı benimkisi, umarsız, firar edercesine. Ama kimden veya neden kaçıştı orası meçhul.
Adam sorusunun cevabını bekliyordu. Dedim ki; “İstanbul derler abi, bir gitmek görmek yaşamak lazım.”
Adamın bu sözüme cevabı dudak kenarı bir tebessüm ve hafiften bir baş sallaması oldu. Elini dizime vurdu ve dedi ki: “ Evlat, hayat senaryosu çekime giderken yazılmış bir Türk filmi gibidir ve hayat, karşıtının ölüm olduğu sanılan ama karşıtı olmayan bir kavramdır.” Adam kalktı, karanlığa bürünmeye yüz tutmuş İstanbul simasında yürüyüp gitti.
Belli ki benim kafadan bir adamdı, hayatı ne önemsiyor ne de bırakıveriyordu ve biraz yalnızlık tutkunu ve biraz da maceracıydı. Ama bunların yanında kaderin getirdiğini de isyan etmeden karşılamasını biliyordu. Olması gereken de bu değil miydi zaten insanın fıtratında?
Düşündüm adamın son sözlerini; gerçekten de hayat aceleye gelmiş bir film çekimi gibiydi. Ve evet gerçekten de hayatın zıttı ölüm değildi ki, doğumun zıttıydı ölüm ve hayatın zıttı yoktu… Anca eşanlamlısı vardı yaşam. Sizlere yaşamınızda başarılar dilerim. Bana da birgün belki şiir yazar Hayaloğlu diye bir şair.